Ruhr Veliler Birliği - ELTERNVERBAND RUHR e.V.
Ana Başlıklar  
  Ana Sayfa
  Tanıtım_Ulaşım
  Basında biz...
  Yönetim Kurulu
  Etkinliklerimiz
  FörBiLes
  MobilES
  23 Nisan Kutlamaları
  Cumhuriyet Bayramı
  Okuma Yarışmaları
  Siyaset Meydanı
  Irkçılığa Karşı Girişim
  Halkla ilişkiler
  Ali Sak
  => Bilimsel Yayınlar
  => Atatürk'ü sevmek...
  => Dil öğrenimi...
  => Özür kampanyası...
  => Özel okullar...
  => Toplumsal değişim
  => Din sömürüsü...
  => Öncelikli görevlerimiz...
  => Gurbet vatan...
  => Gönüllü çalışmalar...
  => Toplumsal sorumluluk...
  => Bilime taraf olmak...
  => Bilim ve Din...
  => Mevlana ve hoşgörü...
  => Teokrasiye geçiş...
  => Ermeni sorunu...
  => Türkçenin doğuşu
  => Kadir gecesi...
  => Almanya'da sivil toplum
  => Susturulan Toplumlar
  => Toplu hipnoz seansları
  => Bir milletin ...
  => Türkiye-AB...
  => Gerektiği gibi...
  => Hrant Dink'in ardından
  => Onlar Bizim...
  => Anadiline sahip çık
  => Tarihi tarihçilere...
  => Kafanızın rahat etmesi
  => Türk Liseleri
  => Die leidvolle Geschichte
  => Kanserde din faktörü
  => Güneşin Sembolü
  => Aghet Filmi veTGD
  => Atatürkçü Düşünce
  => Sarrazin-Wahn
  => Atatürkçü Düşünce (2)
  => Hayvan Çiftliği
  => Kampf im...
  => Sessiz çoğunluğun...
  => İçiniz rahat olsun
  => Sıra bizde...
  => Güneş üflemekle...
  Öğretmen
  Eğitim
  Türkçe Gönüllüleri
  Atatürk
  Veli Dernekleri
  Kitap dünyası
  Genç nesil
  ÇOCUK KÖŞESİ
  Türkan Saylan
  Faydalı Bilgiler
  Uyum
  Tarih bilinci
  Sağlık
  Misafir Kalem
  Şiirler
  Anlamlı Sözler
  Öyküler-Hikayeler
  FIKRALAR
  İş İlanları
  Duyurular
  Basından Seçmeler
  DOST Siteler
  Teşekkürler
  Ziyaretçi Defteri
  Ziyaretci Trafigi
  Top liste
  Galeri
Türkiye-AB...

Türkiye - Avrupa Birliği İlişkileri: Bitmeyen bir aşk hikayesi

Dr. Ali Sak

Bu yazının yayınlandığı haber siteleri:
www.habercininyeri.wordpress.com
www.aktueldergi.de

İkinci Dünya Savaşı ertesinde değişen siyasi tabloda, Türkiye tercihini Doğu bloğu içinde yer almaktan ziyade, NATO ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) tarafında yer alarak yaparak siyasi rotasını belirlemiş ve gereken adımları da atmıştır. „İzdivaca“ giden yolda Türkiye AET’ye ilk resmi başvuruşunu 31 Temmuz 1959’da  yapmıştır. Karşılıklı tanışma ve inceleme dönemi tam dört yıl sürmüş, AET Türkiye’ye „nişanlanmadan“ ziyade imtiyazlı ticari ortaklık teklifi yapmış, fakat Türkiye izdivaç arzusunda ısrarlı olunca, sözleşme  nihayet 12 Eylül 1963’te İnönü hükümeti ve AET yetkilileri arasında Ankara’da imzalanarak 1 Aralık 1964’te yürürlüğe girmiştir.

Sözlenme dönemi, her iki tarafı siyasi, ticari, ekonomik ve kültürel bazda yakınlaştırmayı hedeflemişdir.  Sözlenmenin ana hedefi ise ilk etapta AET ile Türkiye arasında gümrük birliğinin (nişan) oluşturulmasıdır. Oysa AET, aynı durumda olan Yunanistan’la Atina anlaşmasıyla birlikte gümrük birliğine gitmiş, yani sözleşme döneminden doğrudan nişanlılık aktine geçmiştir. Buna karşılık Türkiye için gümrük birliği sadece hedef olarak öngörülmüştür. Ankara Anlaşması (sözlenme) süreci üç döneme ayrılarak nihayi hedefe, yani gümrük birliğine (nişan) gitmektir. Hazırlık Dönemi (çeyiz hazırlığı) her ne kadar 5 yıl olarak öngörülse de biraz gecikmeyle 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile Geçiş Dönemine girilmiştir. Bu dönemde karşılıklı gümrük muafiyetleri getirilerek bir nevi hediye alıp verme dönemine girilmiştir. Son Dönem olarak nihayi gümrük birliğine (nişan) gitmektir.

 

Oldukça uzun ve inişli çıkışlı olan Türkiye – Avrupa Birliği (AB) ilişkileri zaman zaman kopma noktasına gelse de taraflar birbirlerinden vazgeçemeyerek yıllarca devam etmiştir. Türkiye tek taraflı izdivaç kararı alarak 14 nisan 1987 de tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Ve nihayet aradan 9 sene geçtikten sonra 1 Ocak 1996’da Ankara Anlaşmasının hedeflediği gümrük birliği yürürlüğe girmiştir. Aynı dönemde AB başka izdivaç hazırlıkları içindedir. AB 12–13 Aralık 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde ilk etapta Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Kıbrıs Rum Kesimi’nden oluşan ve ikinci etapta Bulgaristan, Romanya, Letonya, Litvanya ve Slovakya’dan oluşan grupla izdivaç kararı alırken Türkiye gene bekleme odasında tutulmuş ve nihayet 3 Ekim 2005 de müzakerelerin başlama kararı alınmıştır.  Bu karardan sonra zamanın AKP hükümeti olayı havai fişeklerle kutlamış olsa da bugün itibarıyla gelinen nokta hüsrandır.

AB her ne kadar Türkiye’nin diğer aday devletlerle aynı kriterler temelinde değerlendirildiğini söylese de Yunanistan ile sınır anlaşmazlıkları, Kıbrıs sorunu, Ermeni meselesi, Kürt sorunu ve azınlıklar sorunu gibi, daha çok siyasi kriterler öne sürülerek Türkiye’nin üyeliği sürekli ertelenmiştir. Kimilerine göre Avrupa Birliği’ni ve Türkiye’yi birbirlerinden uzaklaştıran kısır döngüyü kırmak için teknik kriterlerden çok siyasi kriterlere önem vermek gerekiyor. Örneğin Murat Sungar’ın söylediği gibi: „Heybeliada’daki ruhban okulunun açılması! En çabuk, hiçbir sakıncası olmayan, kimsenin kolay kolay itiraz etmemesi gereken yegane çözüm bu”.

 

Oysa Türkiye bu kısır döngüyü kırmak için nelerden vaygeçmedi ki? Kıbrıs açılımı, Ermeni açılımı, Kürt açılımı, Kuzey İrak açılımı derken Türkiye tüm kırmızı çizgilerini aşmadı mı? Türkiye ve AB’nin bu ilişkisini Fransa’da yaşayan Nedim Gürsel’in yazmış olduğu kitabının başlığı “Türkiye; Yaşlı Avrupa’ya genç damat” çok güzel anlatmakta. Oysa Fransa’dan veya Avrupa’dan bakılınca Türkiye damat adayı değil, daha çok ve ısrarla „benimle evlen“ diye tutturan gelin adayına benzemekte. Oysa izdivaç konusunda damat adayı (Avrupa) daha çok çekimser davranmakta. Bu izdivaca yönelik Türkiye’nin avantajı olarak genelde genç nesil, genç fikir ve dinamizmi öne sürülmekte. Elbette ben de genç nüfusu ve dinamizmi ile Türkiye Avrupa’ya çok şey katacağı inancındayım. Fakat sadece bu yetermi? Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna girmesini isteyenlerin öne sürdükleri diğer avantajlar olarak kısaca şunları sıralayabiliriz:

 

1) Türkiye’nin katılımıyla sadece Türkiye’nin değil, AB ülkelerinin de ticari ve ekonomik büyüme potansiyeli artar.

2) Türkiye, bölgesinde bir barış unsuru olarak sorunlu olan bölgelerde huzur, barış ve istihdam olanakları yaratır ve böylece AB’nin de geostratejik önemini artırır.

3) Türkiye, bir model ülke olarak ilk etapta zıt görünen İslam ve demokrasinin pekala bağdaşabildiğini gösterebilir.

4) Türkiye, laik ve anayasal düzeniyle İslam ülkelerinden ziyade, Avrupa ülkelerinin hukuksal düzenine daha çok yakındır.

5) Üyelik perspektifi Türkiye’de gerekli olan demokrasi, insan hakları ve ekonomik reformların önünü açar.

6) Üyelik perspektifi Avrupa’da yaşayan Türklere daha çok aidiyetlik hissi vererek birlikte yaşama arzularını ve uyumu güçlendirir.

 

Buna karşılık Türkiye - Avrupa Birliği izdivacına karşı çıkan Avrupalıların öne sürdükleri argumanlar şunlardır:

 

1) Türkiye’nin zayıf ekomik durumu AB’ye çok büyük maddi külfet getirir endişesi.

2) Türkiye’nin, demografik ağırlığı nedeniyle AB’de en büyük nüfusa sahip olarak diğer ülkelere nazaran siyasi anlamda daha çok baskın ve etkin olur endişesi

3) Türkiye’de hakim olan islami fundamentalizmin diğer üye ülkere sıçrabileceği endişesi

4) Türkiye’nin kriz bölgelerine olan geografik yakınlığı nedeniyle AB’nin güvenliğini sarsabileceği endişesi.

5) Türkiye’deki farklı siyasi kültür endişesi.

6) Türkiye’deki farklı dini kültürün AB ülkelerinin uyumunu tehlikeye sokabileceği endişesi.

 

Şayet damat adayı (AB) tutumunda samimi ise müstakbel gelin adayında izdivaç için olumlu gördüklerini daha çok güçlendirme ve olumsuzlukları da daha asgariye indirme gayreti içerisinde olması gerekmez mi? Bakın AB’nin bu konudaki tutumuna:

 

1)     Olumlu gördüğü laiklik unsurunu, yargı ve basın bağımsızlığını zayıflatan  tutumları ve siyasileri desteklemekte.

2)     Türkiye’deki mevcut anayasal düzen yerine daha çok şeriat düzeni getirmek isteyen gruplara destek olmakta.

3)     İslami fundamentalizmi güçlendirmek, basın ve yargı bağımsızlığını kısıtlamak isteyen gruplara kucak açmakta.

4)     Türkiye’nin bölgesinde sınır anlaşmazlıkları, ırkçılık, milliyetçilik  ve ayrımcılığı desteklemekte.

5)     AB’de yaşayan Türk insanına olumlu yaklaşımlardan ziyade, giderek tutucu ve ırkçı yaklaşımlara prim vererek bu insanların AB’ye olan güvenini sarsmakta.

6)     Bilimde, sanatta, ekonomide ve akla gelebilecek bütün insani değerlerde muassır medeniyetler hedefine ulaşmak ve onları geçmek olduğunu söyleyen Atatürk’ü ırkçılıkla suçlayarak söylemlerini ve idealini Türk milletinin hafızasından silmek isteyenleri desteklemekte.

 

Bu tutumuyla AB sanki gelin adayını oyalayabilmek için kendi koymuş olduğu izdivaç kriterlerinin Türkiye tarafından gerçekleştirelememesi için elinden geleni yapmakta. Bu durumda AB’nin Türkiye’yle izdivaç isteğindeki tutum sizce samimi mi?

Bence, AB kendi içindeki tutumda, yani 1959 lardan bu yana Türkiye’ye izdivaç yerine imtiyazlı ortaklık teklifinde samimi. Türkiye ise her konuda olduğu gibi bu konuda da duygusal yaklaşarak hala daha „AB'ne girmiş bir Türkiye, İslam dünyası ile Batı arasında köprü kurma fonksiyonunu daha da başarıyla ifa edecektir. Türkiye'nin Avrupa ile ilişkileri asırlar öncesine dayandığından Avrupa tarihini Türkiye olmaksızın yazmak kolay değildir“ türküsünü söylemekte. Türkiye, bu hayaliyle AB’yi izdivaca zorlamaya devam ettiği sürece kendi değerlerinden uzaklaşarak eşit haklı ortaklık yerine, zamanla daha çok „cariye“ olma sürecine girecektir. Fransa’da yayınlanan bir seçim afişi ve içeriği AB’nin Türkiye’ye bakış açısını göstermektedir. Afişte genç bir erkeği (AB) zorlayan kapalı bir bayan (Türkiye) gösterilmekte. Başlık olarak da fransızca „Türkiye, viagra alsamda olmuyor. Türkiye, ne bir gecelik, ne de bir ömür boyu“ kullanılmış. AB halkının yaklaşık 70%’i bu şekilde düşünmekte. Türkiye’nin tutarsızlığına örnek olarak İsviçre’deki minare yasağını ve bu yasağa karşı Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisini gösterebiliriz. Sayın başbakan bu yasağa karşı: “Bu yasak Müslümanlara zulümdür, din ve vicdan özgürlüğüne ve inancını özgürce yaşama hakkına aykırıdır ve AİHM (yani yargıçlar!) bu yasak kararını derhal iptal etmelidir” diyerek tepkisni gösteriyor. Oysa aynı başbakan kendi ülkesinde yargıçların gerek türban konusunda gerekse meslek liselerine uygulanan katsayı konusundaki iptal kararlarını “Milli irade yargıçlar oligarşisi tarafından çiğneniyor, millet tarafından seçilmiş milletvekillerinin çıkardıkları kanunlar atanmış yargıçlar tarafından iptal ediliyor, bir yargıçlar devleti (Jüristokrasi) kurulması süreciyle karşı karşıyayız” diyerek eleştirebilmekte. Bir tarafta İsviçre halkının almış olduğu kararı yargıçların iptal etmesini isterken, diğer tarafta Türk yargıçlarının almış oldukları iptal kararını halkın iradesini öne sürerek eleştirebiliyor.

 

Kafamızı kuma gömerek gerçekleri görmekten kaçmayalım. Elbette Türkiye’nin hedefi Mustafa Kemal Atatürk’ten bu yana muassır medeniyetler seviyesine ulaşmak ve onları geçmektir. Fakat o seviyeye ilk önce kendi çabalarımızla ulaşmamız gerekmezmi? Başkalarına güvenerek bilimde, sanatta, ekonomide ve siyasette başarıya ulaşılmaz. Bu değerlere kendi çabalarımızla ulaştığımız ve ilk önce kendimize karşı dürüst olduğumuz zaman muassır medeniyetler bizim kapımızı çalacaklardır.

 
   
Facebook beğen  
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol