ANILARLA ATATÜRK
ATATÜRK, KENDİSİNE SUİKAST YAPACAK ADAMLA KARŞI KARŞIYA
İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastten sonra, bir gün bize Atatürk şu olayı anlatmıştı:
- Ziya Hurşit’in beni öldürmek için görevlendirdiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunlardan birini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
- Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
- Evet! dedi.
Ben gene sordum:
- Mustafa Kemal, ne yapmış ki onu öldürecektin?
- Fena bir adammış da... Memlekete çok fenalık yapmış!... Sonra, bize onu öldürmek için para da vereceklerdi!...
- Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
- Hayır!
- O halde, tanımadığın bir adamı, nasıl öldürecektin?...
- Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal, işte budur!” diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimden tabancamı çıkararak, kendisine uzattım:
- Mustafa Kemal benim!... Haydi, al eline tabancayı... Öldür!... dedim.
Adam, benden bu cevabı alınca, yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir müddet şaşkın yüzüme baktıktan sonra, dizüstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.114
SULTAN BACI
Atatürk, İzmir zaferinden sonra ilk kez Adana’ya gelmişti. Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorduk.
O genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selamlaya selamlaya hükümet konağına geldi. Biraz sonra evine dönecekti. Merdivenlerin yarısını indiği sırada bir kucak sarı çiçekle bir köylü kadınının nefes nefese, sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük.
Gazi Mustafa Kemal durdu, köylü kadını yanına kadar çıktı. Anlatılamaz bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevecenlik ve özlemle:
- Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı saçlarını öpeyim... Bu benim adağım, umduğumu çok görme...
Genç komutanın yüzüne bir huzur ve sevinç yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı, bağrındaki sarı çiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek:
- Adağım yerini buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin olsun; her muradın yerine gelsin, dedi.
Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi.
Arif Hikmet PAR – M.Agah ÖNEN: Atatürk’ü Anlamak, s.98-99
BAYRAK ÇİĞNENMEZ
Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti:
Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.
A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.106.
BU SENSİN
İzmir yolunda ilerliyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini seyrediyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, yürekten minnetlerini anlatmak için paralanıyorlardı. Tam yanlarına vardığımız sırada, bir nakliye kolu geçmemize engel oldu. Otomobil durdu. Atatürk istediği bir sigarayı yakmak üzere gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yanına sokulan sakallı bir ihtiyar, koynundan muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt çıkardı. Önce kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kağıda yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça tüylerimi ürperten bir sesle:
- Bu sensin! diye haykırdı.
Ve arkasını dönerek, köylülere bir mümin heyecanı ile bağırdı.
- Mustafa Kemal, dedi... Mustafa Kemal!...
Bu feryadı duyanların nasıl birbirine karıştığını düşünemezsiniz.
Biz bütün gayretimize rağmen onların birbirini çiğneyerek otomobile dolmalarına engel olamadık. Çünkü onlar bilinci dışına taşmış bir sevgiden kuvvet alıyorlardı. Atatürk’ün yüzünü, ellerini öpüyorlar, çizmesinin tozlarına yüzlerini sürüyorlardı.
Salih BOZOK
Niyazi Ahmet BANOĞLU, Atatürk, Anekdotlar, Anılar s.116
ANNESİNİ YİTİRMESİ
14 Ocak 1923’te Atatürk, kendisini yetiştiren, zeki,okumuş ve vefalı annesini İzmir’de yitirdi. Zübeyde Hanım, Karşıyaka’da toprağa verildi. Atatürk, annesinin mezarı başında yaptığı konuşmada: “Annemi yitirmekten çok üzgünüm. Ama benim bu acımı gideren bir avuntum var: Anayurdu yoksulluğa, yokluğa sürükleyen yönetimin, artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem, şimdi bu toprağın altında, ama bu toprağın üstünde Anayurt bütünlüğü ve ulus egemenliği dünyanın sonuna kadar sürecek, beni avutan en etkili güç işte budur. Evet, ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ve bütün atalarımın ruhunu tanık tutarak vicdanımdan kopan andı bir daha söyleyeyim: Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın yüce katında söz verip and içiyorum ki, ulusumun bu kadar kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için gerekirse annenim yanına gitmekte gecikmeyeceğim. Ulus egemenliği için canımı vermek, benim için vicdan borcu, namus borcu olsun.” demiştir.
H. BESLEYİCİ, Atatürk’ü Anlamak, s.42