Ağlayan Kuş
Rüzgarların hiddetli estiği, yağmurların şiddetli yağdığı, yazların kuru, kışların sert geçtiği bir ülke varmış. Bu ülkede Lamour isminde genç bir ressam yaşarmış. Lamour çok güzel resim yapar, harika portreler çizermiş. Ülkenin zengin insanları ona resim yaptırmak, portre çizdirmek için gelirlermiş. Güzel kızlar ve zengin kadınlar sevgililerine, kocalarına nispet genç ressamın önünde saatlerce poz vermekten hiç sıkılmazlarmış. Kimileri ılımlı bakışları, alımlı ve cüretkar pozlarıyla genç ressamın gönlüne girmeye çalışırlarmış. Ona hepsi hayran, hepsi aşıkmış fakat onun gönlünde bir tek kuşları varmış. Boş vakitlerini tabiata çıkıp kuşları izleyerek geçirir, onların havada süzülerek uçuşlarını büyük bir hayranlıkla izler, ilahi bir kaynaktan gelen ve aşk nağmelerini andıran ötüşlerini saatlerce dinlermiş. Çoğu zaman elinde kağıt kalem onların resimlerini çizer, hatta uygun odun parçaları bulunca kuşların heykelciklerini yontarmış. Çalışırken tüm sevgisini o kuş resimlerine verirmiş. Lamour evinde hiç kuş beslemezmiş fakat evinin her köşesi kuş resimleri ve heykelcikleriyle doluymuş. Resimler o kadar hoş, o kadar güzel, ve bir o kadar da canlı ve sevgi dolu bakışları varmış ki, eve gelen kadın ve kızlar mutlaka bir tane satın almak için saatlerce dil döküp, kese dolusu altın teklif etmelerine rağmen genç ressam hiç bir kuş resmini satmazmış. Nedenini soranlara: “Onların herbiri benim arzularımın, hayallerimin, aşkımın, sevgimin sembolüdür. Kim aşkını, sevgisini para karşılığı satabilir ki?”
Çetin bir kış günü akşam ezanı okunurken, genç adam ilahi bir ses olan ezanı daha iyi duyabilmek için penceresini açmış. Dışarıda şiddetli bir rüzgar esiyormuş. Aniden pencerenin önünde bir kuş belirmiş. Kuş ufak bir serçeyi andırıyormuş. Kuşun sol kanadı mavi, sağ kanadı yeşil, gövdesi de kankırmızısı imiş. Kuşun gözleri bir su gibi berrak, fakat buna rağmen hafif bir matlık vermiş. O haliyle gözler damlacık halinde iki gözyaşını andırıyormuş. Genç ressam onca kuş izlemesine rağmen böylesini hiç görmemiş. Hayretle saatlerce o ufak kuşu seyretmiş. Kuş da sanki birşeyler diyecekmiş gibi onun gözlerinin içine bakıyormuş. Genç ressam kendi kendine: “İlk bakışta gönlüme girdin” demiş. Dışarısı soğuk olduğundan bir ara kuşu yakalayıp içeri almayı düşünmüş. Sonra belki ürker de kaçar diye tereddütlenmiş. Belki karnı açtır diye hemen mutfağa koşup kuşun önüne birşeyler atmış. Fakat nafile, kuş atılan yemlere hiç bakmıyormuş. Gözlerini genç ressamın gözlerine dikmiş saatlerce bakıyormuş.
Pencere açık olduğundan Lamour üşümeye başlamış. Açık pencerenin önünde kuş, içeride ressam, ikisi de soğuktan adeta donmuş bir vaziyette gözler birbirine kilitlenmiş. Genç ressam sonunda kuşun ve kendisinin soğuktan titreyişlerine dayanamamış ve kendi kendine: „tutup içeri mi alsam acaba“ demiş. Kaçırırım korkusuyla biraz çekinse de sonra dayanamayıp uzatmış ellerini. Kuş ilk defa bir hareket ederek geri geri çekilmiş. Genç ressam kuşun içeri girmek istemediğini anlamış ve kendi kendine: „demek istemiyor, kendince bir sakıncası, bir korkusu olmalıdır. Neyse canım sen kendi arzunla yanıma gelene kadar pencereyi açık tutacağım. Hiç değilse benim sevgimin sıcaklığını uzaktan da olsa hisseder belki bir gün odama gelirsin“ demiş ve pencereyi sonuna kadar açmış. Kendisi de bir battaniyeye sarılarak pencerenin önüne oturmuş. O gece ne kuş uçup gitmiş ne de ressamın gözüne uyku girmiş. Sabaha karşı genç ressam dayanamayıp olduğu yerde dalmış ve sabah ezanıyla beraber uyanmış. Soğuktan her tarafı tutulmuş. İlk baktığı kuş olmuş fakat nafile, kuş yokmuş. Kuşun yerinde mavi bir kanat tüyü varmış. Ressamın gönlü bir sevgili kayıp etmiş gibi kederlenmiş ve hüzünlenerek tüyü almış, pencereyi kapatıp sobaya kömürü atıp akşama kadar uyumuş.
Akşam ezanı okunurken genç adam uykudan uyanıp doğru pencereye koşmuş ve birde ne görsün. Dünkü kuş yine pencerenin önünde ona bakıyor. Genç ressamın sabahki kederi kuşu görünce anında kayıp olmuş ve kalbi büyük bir heyecanla hızla atmaya, tüm vücudu sıtma tutmuşcasına titremeye başlamış. Lamour dudaklarında hafif bir tebessümle: „Canım benim?“ deyip pencereyi açmış. Ressam içeride kuş dışarda, yine saatlerce bakışmışlar. Ne ressam bir şey diyor, ne de kuş ötüyormuş. O gece hava yine şiddetli soğuk ve yağmurluymuş. Genç ressam bir tabak içerisinde değişik yemler getirip kuşun önüne koymuş. Fakat nafile, kuş yemiyormuş. Lamour kendi kendine: „Canım derdin nedir ? İçeri girmiyorsun, bari birşeyler ye ki için ısınsın“ demiş.
Sabaha doğru genç ressam onca uğraşa rağmen yine dayanamayıp pencerenin önünde dalıvermiş ve sabah ezanıyle uyanmış. Gözlerini açtığında kuş yokmuş, yerinde iki tane mavi tüy varmış. Genç adam tüyleri almış, pencereyi kapatmış sobaya kömürleri atmış ve dalmış uykuya. Akşam ezanıyla beraber kuş yine belirmiş pencerenin önünde. Lamour sevgiliye kavuşurcasına çırpınıp heyecanlanmış ve hafif gülümseyerek: „canım artık alıştım sana, inan özler oldum seni, iyiki geldin“ demiş ve pencereyi açıp önüne oturmuş. Genç ressam ne kadar gayret etse de sabaha karşı dalıp kuşun gidişini kaçırmış. Sabah ezanıyla uyanınca kuşun yerinde dört tane mavi tüy varmış. Bu ara Lamour resim yaptırmak için gelenleri kabul etmez, kimseleri görmek istemez, yemek filan yiyemez olmuş. Artık gece kuşla beraber bakışırlar, sanki sessizce muhabbet ederler, gündüzleri de uyurmuş. Günlerdir, haftalardır bu böyle devam etmiş. Kuş akşam ezanıyle beraber geliyor, sabah ezanıyle beraber de kayıp oluyor, yerinde de gittikçe artan sayıda tüyler bırakıyormuş. Önceleri mavi tüyler, sonraları yeşil tüyler, ve daha sonraları da o kankırmızısı tüyler.
Günün birinde kuş bir odun parçası getirmiş camın önüne. Kuşun önceleri sol kanadı, sonraları sağ kanadı ve daha sonra da gövdesi tüysüz kalmış. Kuş tüylerini kayıp ettikçe, genç ressam da kilolarını kayıp ediyormuş. Lamour bu arada gündüzleri de uyumuyor kuşun getirdiği odun parçasından bir kuş heykelciği yontmaya başlamış. Tüm sıcaklığını, sevgisini, aşkını gündüzleri o ağaç parçasına akşamları da o kuşa veriyormuş. Heykel bitince kuşun bıraktığı tüyleri eksiksiz olarak o heykelciğe giydiriyormuş.
Genç adamın hatırlayabildiği en soğuk bir kış akşamı, kuş tekrar belirmiş pencerenin önünde. Üzerinde tek bir kırmızı tüy kalmış. Genç ressam da iyice zayıflamış. O halsiz halinde gene kuşla göz göze gelip sabahı etmişler. Bir ara genç ressam kuşun gözlerinden iki damla yaş aktığını görmüş ve bir daha kuşun gözleri açılmamış. Dayanamamış ve kendisi de gözyaşlarını dökmeye başlamış ve kendi kendine : «Canım nedir senin bu halin? Önceleri mavi tüylerini attın hayallerinden arınır gibi. Oysa o hayallerdir insanı hayata bağlayan, aşkı ve sevgiyi hatırlatan. Biliyormusun o hayalleriyin bir parçası olmak, seninle hayallerinde yaşamak isterdim. Oysa sen koparıp attın, sanki bir daha hiç hayal kurmak istemiyormuş gibi. Ama neden canım? Sonra yeşil tüylerini attın umutlarını yitirmiş gibi, sanki bir daha baharı yaşamıyacakmış gibi. Oysa o umut değilmi ki bizi zor günlerimizin sonunda iyi günlerimizin de geleceğini müjdeleyen. Tıpkı soğuk kış günlerinin zorluğuna katlanıp yeni bir baharı beklediğimiz gibi. Sevgisiz, aşksız günlerin sonunda mutlaka sevgi dolu, aşk yüklü günlerin bizi beklediğini ümit ettiğimiz gibi. Nasıl dayanılır o zorlu günlere, soğuk kışlara, sevgisiz anlara insanın içinde umut olmasa ? Daha sonra kırmızı tüylerini attın kalbini verirmiş, sevginden arınırmış gibi. Oysa sevgi değilmidir ki hayatın tek gayesi ? Sevgisiz insanın hiçbir şeyi kalmaz bilmiyormusun canım. Ne hayallerin, ne ümitlerin, ne yaşama arzun. Sevgiyi içinden attığın zaman hayata veda etmiş oluyorsun. Sevgini koparıp atmanı istemezdim, gönlünde yaşatmanı isterdim. En sonundada gözyaşlarını akıttın be canım, hayatını verecekmiş gibi. İçimde bir korku var biliyormusun ? Nedir o korkunun sebebi anlayamadım. Ama seni kayıp etmekten korkuyorum canım».
Genç adam dışarıda yağan yağmurla yarış edercesine gözyaşlarını akıtmış ve ağlamasından olacak herhalde bu gece biraz erkenden dalmış. Sabah ezanıyla uyandığında bir bakmış ki kuş hala daha orada gözleri kapalı, ağzında son tüyü duruyormuş. Bir ara dayanamayıp uzatmış ellerini ve kuşu eline aldığında kuşun soğuk vücudunu hissetmiş. O an sanki beyninden vurulmuş, başından kaynar sular dökülmüş gibi olmuş ve tüm vücudu titremeye, gözleri yağmur gibi akmaya başlamış. Ve sonunda o son tüyü de almış ve yapmış olduğu heykel kuşa giydirmiş. Lamour ağladıkça konuşmuş, konuştukça ağlamış ve dudaklarından çıkan kelimeler gözyaşıyla yoğrulmuş: “Hep bu andan korkuyordum, bu anın gelmesini hiç istemiyordum canım. Ama biliyordum sonumuzun böyle olacağını. İçindeki sıkıntıyı anlamıştım zaten. Neden içeriye gelmeyişini? Neden önce hayallerini, sonra ümitlerini, daha sonra kalbinle beraber sevgini ve en sonunda dayanamayıp hayatını verdiğini. Evet canım, birtanem, sevgilim benim. O vücudun başka bir aleme, belki de başka birine aitti. Gelemezdin o halinle bana, benim olamazdın canım. Ama benim olmak benimle yaşamak, gözlerime bakmak, sözlerimi dinlemek, sıcaklığımı hissetmek istiyordun. Ve sonunda dayanamayıp o vücudundan ayrıldın. Evet hayallerini, ümitlerini, sevgini sıyırıp attın. Geriye ne kalmıştı ki zaten? Toprakdan olup toprağa dönecek olan tüm güzelliklerinden sıyrılmış kuru bir vücut. İşte bak, o vücudu verdiğin bir odun parçasından yeniden yarattım. Ama hayallerini, ümitlerini ve sevgini vermeseydin bu kuş asla sen olmayacaktın. Şimdi sıra bende öyle değil mi? Benim bu fani vücudun da zamanı geldi artık. Zaten o eski halimden, o yakışıklı, heybetli ve alımlı vücudumdan ne kaldı ki? Bu, et ve kemiklerden sıyrılıp kurtulmanın, asıl varlığa dönmenin, asıl sevgiliyle kavuşmanın zamanı geldi artık öyle değil mi canım?”.
Lamour sel gibi akan gözyaşlarını tutamamış ve sol eline ölü kuşu, sağ eline heykel kuşu alıp bağrına bastırmış. Önce ölü kuşu sonrada heykel kuşu öpmüş. Öperken gözyaşları sessizce akıyormuş. İki damla gözyaşı da heykel kuşun gözlerine durarak onun gözlerini oluşturmuş. Genç ressam sobaya kömürü atmış, her iki kuşu da bağrına bastırıp öylece uykuya yatmış. Günlerdir, hatta haftalardır genç ressamı göremeyen komşuları merak edip ressamın kapısını çalmışlar. Fakat nafile kapı açılmamış. Durumu merak eden komşular kapıyı açtırmışlar ve genç ressamı kurumuş bir deri ile kemik misali yatağında ölü olarak bulmuşlar. Genç ressamın koynunda iki tane kuş varmış. Birisi ölü ve tüysüz diğeri ise canlı ve oldukça güzel, sol kanadı mavi, sağ kanadı yeşil ve gövdesi de kankırmızısı imiş. Ama insanların dikkatini en çok kuşun gözleri çekiyormuş. Onlar adeta damlayan iki gözyaşını andırıyormuş. Kuşu çoğu insan alıp eve götürmek istese de aklı başında bazı insanlar onun salıverilmesini öğütlemişler ve kuşu pencereden bırakmışlar.
Genç ressam ve ölü kuşu aynı mezara gömmüşler. O günden bu güne mezar taşının başında bir kuş heykeli dururmuş. Fakat yaklaşıp da dikkatli bakıldığında kuşun heykel olmadığını, gözlerinden akan yaşların gerçek olduğunu anlamışlar ve ona „ağlayan kuş“ adını vermişler.