Beyin ölümü genelde hayati önem taşıyan uzuv veya organlara (baş, kalp) darbeler, kan kaybı, ödem ve oksijensizlik sonucu gelen şok sonucunda veya benzeri durumlarda gerçekleşir. Beyin ölümü sonucunda kalp hala çarpıyor ve sunni solunum makineleri yardımıyla temel işlevler sürdürülüyor olabilir. Bu demek değildir ki hasta tekrar hayata döndürülebilir. Bu durumlardaki hastaların hayata geri dönme olasılığı sıfıra yakındır ve bu güne kadar da tıp literatür tarihinde geri dönüşüme hiç rastlanmamıştır.
Beyin ölümü tanısını kim koyar?
Gelişmiş ülkelerde beyin ölümü tanısı iki ayrı tıp doktoru tarafından konulur. Bunlardan en az birisinin uzun süre beyin fonksiyonlarını yitirmiş hastalarla ilgili yoğun bakım alanında tecrübeli bir uzman olması şartı getirilmektedir. Genellikle nörolog, nöro-cerrah veya nöroloji eğitimi almış yoğun bakım ünitesinde görevli diğer branşlardan doktorlar da olabilirler. Bunun dışında, herhangi bir çıkar unsurunu önlemek için tanıyı koyan doktorlardan hiç birisi aynı zamanda organ nakli alanında çalışmaması gereklidir. Klinik ve teknik muayenelerin belirli aralıklarla tekrarlanması şartı vardır. Bu süre ülkelere göre değişir. Örneğin İsveçte 25 dakika iken, Almanya’da 12-72 saat ve genel olarak diğer ülkelerde 6-12 saat arasındadır. Yukarıda belirtilen tüm ön koşulların yerine gelmesi dahilinde normlara uygun beyin ölümü tutanağı tutulur. Bu şekliyle Beyin ölüm tanımı ağırlaştırılmış koşullar nedeniyle tıpta en kesin tanım olarak kabul edilir.
İnsana bedensel ve tinsel bütünlüğü koruyarak yaklaşmak gerek
İnsana bu tür fizyolojik bir yaklaşımla konulan ölüm tanımı elbette ilk önce tıbbı ve teknik bir tanımdır ve sadece bedensel işlevleri bir bütün olarak kapsamaktadır. Nununla beraber, bedenin bazı organları veya kısımları ise işlevlerini, en azından belirli bir süre içinde, hala daha sürdürebilmektedir.
Buna karşılık hiç bir bilim dalı elbette kendi başına “yaşam” ve “ölüm” konusunda kesin bir tanıma varma durumunda değildir. Bilimin vermiş olduğu tanımlama kendi alanlarının getirdiği koşullara bağlıdır ve hiç bir zaman diğer alanları, örneğin tinsel alanları kapsamaz. Bu nedenle fenni bilimler açısından verilen bir ölüm tanımı ile din/etik açısından verilen yaşam veya ölüm tanımı tamamen farklı olabilir.
Bu nedenle sadece teknik/tıp açısından verilen ölüm tanımlaması belirli tehlikeler içerebilir. Herşeyden önce bu tür bir yaklaşım insana belirli parçalardan oluşan bir boz-yap, veya bir makine/robot gibi bakma olasılığını beraberinde getirir ve insanı bir yedek parça ünitesi olarak görme tehlikesini de pekala içerebilir. Böyle bir yaklaşım ise zamanla gerek siyasi gerekse çıkar gruplarının baskısı nedeniyle “organ alma“ veya organ bağışlama koşullarını yumuşatma eğilimini de beraberinde getirebilmektedir.
Asıl tehlike ise “insan olmayı“ sadece bilinç/şuur anıyla tanımlamadadır. Bu tür bir tanımlama, örneğin büyük beyin kısmı olmadan doğan “sakat çocukların” organ naklinde kullanımını haklı kılabilir. Böyle bir yaklaşım ise insan vücudunu gizli bir organ deposu olarak görme kuşkusunu beraberinde getirmektedir ve her türlü olasıkların önünü açar. Örneğin genetik mühendisliği çalışmaları neticesinde bugün genleri değiştirilmiş yüzlerce tüketim ürünleri arasına ileriki zamanlarda pekala ticari amaçlı şuursuz, yani beyinsiz yedek parça depoları yaratılabilir.
Oysa teolojik veya etik açıdan insana daha çok bedensel ve tinsel bütünlüğü koruyarak yaklaşırsak ölümü ve yaşamı farklı yorumlayabiliriz. Bu tür bir yaklaşım ilk önce insan olma onuru ve haysiyetini ön plana çıkararak her türlü çıkarlara karşı korumaktadır. Makine yardımıyla belirli organları yaşatılan bir insan hala daha yaşam işaretleri veriyorsa bütünsel bir yaklaşımla bu kişiyi pekala ölü sayamayız. Yalnız sunni çabalarla insanı canlı tutmanın sınırı nerede? Bu sınırı kim ve nasıl koyacak? Kriterleri nedir ve nasıl konacak? Yaşam süresinin kriterlerini insanlar koyabilirmi?