Kürt açılımı’nın tarihsel gelişimi ve Avrupa yansıması"
Ali Sak
TEB-İnstitut für Türkisch Europäische Beziehungen e.V.
„Kürt açılımı“ veya „Demokratikleşme açılımı“ konusunda Türkiye belki de tarihinin en önemli siyasi dönemlerinden birine giriş yapmaktadır. Hükümet her ne kadar cesaretli bir çıkış yapsa da, konu son derece karmaşıkdır. Bu nedenle konuyla ilgilenecek istisnasız tüm kurumların (Hükümet, Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu, Muhalefet Partileri) „açılım“ konusunda yol harıtası olmadığından dolayı çıkmazda olduklarını söylemek yanlış olmaz. Toplumun geniş bir kesiminin konuya endişeli ve kuşkulu yaklaşması da bu nedenle doğaldır. Avrupada yaşayan birisinin perspektivinden, kısaca sorunun yakın tarihi gelişimine de değinerek, günümüzdeki yansımasına ışık tutmaya çalışacağım.
Kurtuluş savaşı
1918'de İmparatorluk bügünkü Musul vilayetini kaybetmişti. Lozan'da Türk heyeti ısrarla konunun üzerinde durmuş ancak konuyu „uzlaşmazlıkla ertelemek“ dışında bir çözüm bulamamıştı. Şeyh Said ve diğer Kürt ayaklanmaları sonucu 1926 da Türkiye Cumhuriyeti İngiliz hükümetiyle anlaşarak bügünkü Türkiye sınırlarını kabul etmek zorunda kalmıştı. Her ne kadar 20' li ve 30'lu yıllarda plebisitle Hatay'da olduğu gibi Musul'un Türkiye'ye bağlanılması istense de o günün şartları ve enerji çıkarları bunu mümkün kılmamıştı.
Birinci körfez savaşı
1990'daki ilk Körfez savaşında Türkiye'nin (Özal'ın) emperyal hevesleri bir anda depreşti. Musul, Kerkük, Şüleymaniye ve Erbil federatif bir yapıda Türkiye'ye bağlanacaktı. Türkmenlere ve Kürtlere özerk bölgesel yapı tanınacaktı. Ancak bu emperyal hayaller, dünya ekonomik denge ve çıkarlarıyla ters gitmekteydi. Türkiye'ye ancak hamilik görevi veriliyordu. Ekonomik pastanın, yanı enerji anlaşmalarına, müdahil olması istenmiyordu. Neticede Türkiye ambargo nedeniyle hem ekonomik zorluklarla uğraşti, hem de bölgede boşalan otoriteden dolayı separatist Kürt silahlı mücadelesi ivme kazandı. Türkiye „bir koyup üç almak“ isterken hıçbir şey alamamış oldu.
İkinci Körfez savaşı
Yine Türkiye seyirci kaldı. Bölgeye yönelik politikalar geliştiremedi. ABD ve enerji endüstrisi istediği düzenlemeleri 2003 - 2005 arası yaptılar. Dünya yeraltı enerjisinin yüzde 10'u bu bölgede. Çok uluslu büyük şirketler ve ABD işbirliğinde Barzani ile anlaşmalar yapıldı. Buna göre bu bölgenin enerjisinin yüzde 96'si ABD ve İngiltere merkezli çok uluslu şirketlerde kalacaktı. Enerjinin yüzde 46'sini sadece BP - British Petrol garantiledi. Ve Barzani'ye düşen sadece yüzde 1,5' ti. Ama bunun karşılığında özerk Kürdistan'in altyapısı ve anayasal güvencesi oluşturuldu.
Türkiye’nin sırtına yüklenen terör kamburu
Nihayette ABD de, Barzani de hedefine ulaşti. Barzani'ye 200 yıllık rüya - yanı ,özerk Kürdistan' kaldı. ABD'ye de gelecek 50 yılın petrol ve gaz rezervleri. Şimdi ABD'nin işi bitmişti. Ne yapılması gerekiyordu? Bölgede otoritenin kurulması ve korunması gerekiyordu! Irak'ın üçe bölünmesi (Şii, Sünni Arap ve Kürt bölgesi) öngörülüyor ve Kürdistan'in Türkiye hamiliğinde korunması amaçlanıyordu. ABD'nin ve Barzani'nin işine gelen bu „postwar design“ (savaş sonrası düzenleme) Türkiye'nin doğal olarak işine gelmiyordu. Nitekim Türkiye art arda kırmızı çizgilerini açıkladı. Fakat kırmızı çızgiler hep sözde kaldı. Zıra Türkiye'nin sırtında bir kambur vardı. Terör! Kürt terörü, yanı PKK.
2002 de sıfır noktasında olan terör (6 şehit) birden hortladı veya hortlatıldı ve 2005 de terör zirve yaptı (106 şehit). 2007 ve 2008 de aynı bölgede Dağlıca ve Yüksekova baskınlarında iki kez 12'er şehit vererek, şehit sayımız iki yılda 180’in üzerine çıktı. Her ne zaman Türkiye'nın tutumu bölgede düsünülen yapıya uymasa müesses düzen Türkiye'ye kendi istediği şekli vermekteydi. Bu sefer de böyle olacaktı. Yani terör arttı! Sonuçta „havuç ve sopa“ politikasıyla ve terörü bitirme sözü karşılığında Türkiye bu ,statüs quo' yu kabul edecekti. Yani Kürdistan özerk yapısını diplomatik açıdan tanıyacak, askeri gücüyle bu bölgeyi koruyacak, kendi içindeki Kürtlere haklar tanıyacaktı.
Peki Kürtlere verilmesi istenilen haklar nedir?
Bunlar arasında Öcalan´a af, PKK´ya geniş kapsamlı af, PKK´nin siyasi unsur olarak entegre edilmesi, Türkiye'nin iki etnisiteli yapı olarak tekrar tanzim edilmesi, Anayasa´da Türklerin ve Kürtlerin kuruluş unsuru olduklarına dair vurgu, siyasi ve bölgesel özerklik, kültürel otonomi, eşbaşkanlı dışişleri politikası, Kuzey Irak´la (Güney Kürdistan´la) Güneydoğu (Kuzey Kürdistan´ın) demokratik konfederasyon yapısı, barajlardan, kamu kuruluşlarından, gümrük vergilerinden vs. Kuzey Kürdistan (Güneydoğu) bölgesel yönetimine eşit pay, Kürt bölgesinde Kürtçe eğitim, Kürtçenin resmi dil olarak kabulü, bürokrasinin ve yargının Kürtçe hizmeti, devlet bütçesinden Kürt TV'sine, radyosuna ve kültürüne destek ... vs.vs..
Türkiye’deki statüs quo
Bunların hepsi bügün tartışılıyor ve "Türkiyeli" entelektüeller bu tartışmayı olumlu buluyor, destek veriyor, hatta imza kampanyası açılıyor..... Yaşasın demokrasi! Böylelikle 1996 da silahlı mücadelenin başarısızlığını kabul etmek zorunda kalan, 1999 da şefi yakalanınca eylemsizlik kararı alan PKK bügün siyasi gündemi dikte ediyor?
15 Ağustos´ta Öcalan açıklama yapacak dendi. Peki neden 15 ağustos? Abdullah Öcalan 15 ağustos tarihini tesadüfen mi seçti? Hayır! Zira, PKK bu günü Türkiye'ye karşı silahlı mücadelelerinin 25'inci yılının başlangıcı olarak belirtiyor. 1984'te PKK militanları Eruh ve Şemdinli’de Türk askeri tesislerine saldırmıştı. Sonuç 25 yılda en az 45 bin kişi çatışmalarda öldürüldü. Buna rağmen, Türkiye hükümeti değil malum müesses düzen güdümündeki PKK çözümün şartlarını belirliyor. Mevcut Türkiye Cumhuriyeti hükümeti „aman Öcalan’dan önce davranalım“ diyerek acemice bir çözüm arayışına giriyor. Böylelikle mağlup taraf şartları belirliyor... Evet PKK ve Öcalan silahlı mücadeleyi kaybetti, ama siyasi mücadeleyi kazanmak üzere.
Elbette Türkiye'nin bügünkü „statüs quo“ yu kabul etmesi basit olmadı. Peki kırmızı çizgiler nasıl pembeleşti, sonra nasıl yok oldu? Türk Silahlı Kuvvetleri bölgedeki düsünülen yapılanmayı kabul etmediğini açıkça ilan etti. Tarih 12 Nisan 2007. TSK adına açıklamayı yapan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, yani bügünkü Genel Kurmay Başkanı.
Sürece karşı çıkanlar darbecilikle suçlanıyor
Peki asker nasıl görüş değiştirdi veya nasıl görüş beyan etmekten vazgeçti? Art arda silahlı kuvvetlerinin eski ve şu anda görevde bulunan üst düzeyli mensupları tutuklandı ve darbe girişimiyle suçlanarak hukuk önüne çıkartıldılar. Propaganda basını ise tutuklamaları kutladı ve hatta hedef gösterdi. Tutuklamalara karşı itiraz edenler darbecilikle suçlandılar. Mevcut hükümetin uygulamalarına karşı çıkanlar da aynı şekilde darbecilikle suçlanarak içeri atıldılar. Ve böylece düsüncelerini yazmaktan ve söylemekten korkan bir toplum yaratıldı. „İkinci Cumhuriyetçi“ Türkiye’nin liberal aydınları ise bu süreci yoğun bir şekilde yönlendirdiler.
Nihayet Genel Kurmay Başkanı basın yoluyla yapılan yoğun yönlendirmeyi „piskolojik harp“ olarak tarif etti. Genel Kurmay Başkanı bu pişkolojik harekatı „asimetrik savaş“ olarak nitelendirdi ve açıkça bir cemaati proje taşeronluğu ile suçladı. Gerçekten de bu tür psikolojik savaşlarda üst düzeyli teknolojiyi kullanmak gerekiyordu. Dinlemeler, gizli belgelere ulaşmak için ajanlık, dezenformasyon politikaları. Ancak bu tanımlamaya karşı savaşı kazanmak oldukça zordu. Zira TSK yumuşak karnından, yanı „din karşıtlığı“ ile vuruluyordu. Nihayette bügün artık TSK'ya „haddi bildirdildi“. TSK açıklama yapamaz hale geldi. Türkiye şu anda bölgede aleyhine gelişen güvenlik konjonktürüne karşı alternatif güvenlik konsepti sunamamakta. Ancak mevcut ,statüş quo'nun kabulü, „zamanı anlamak“ olarak kabul ediliyor.
Peki kimler konuşuyor?
,Sivil irade“ konuşmakta. Ne demişti sayın Cumhurbaşkanı bir falcı edasıyla? „Güzel şeyler olacak!„ demişti. Peki nedir bu güzel şeyler? Birisi çıksa da bizleri aydınlatsa. Kim açıklayacak bu güzel şeyleri? Cumhurbaşkanı topu başbakana attı, başbakan içişleri bakanına attı. İçişleri bakanımız da Öcalan’ın avukatlarıyla, yandaş medya ile yaptığı görüşmelerde güzel şeyleri bulmak için ipucu aramakta. Başbakanımız daha önce “PKK ile aralarına sınır koymadıkları sürece DTP ile görüşmeyiz derken, aniden karar değiştirdi ve bir saatliğine de olsa başbakan olmaktan vazgeçerek DTP’li Türk’den “güzel şeyleri” öğrenmek için masaya oturdu. CHP ile MHP ye güzel şeyleri sormuyor. Ama DTP lilere ve dolaylı olarak da onların gizli liederleri Öcalan’a soruyor “Nedir bu güzel şeyler sayın Öcalan?”
Ve Öcalan konuşuyor
„Sorumluluğu sadece benim üzerime atarak bu işler yürümez. Bu işi beraber götüreceğiz, yürüteceğiz (Hükümete gel beraber çalışalım teklifi). Hükümetin ‘Kürt açılımı’ paketiyle birlikte yeni bir süreç başladı. Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti kurması kadar önemli bir süreç (kendini Mustafa Kemal ile kıyaslama…megalomani1). Demokratik bir toplum inşa edilecek. Türkiye toplumu demokrasiyi, demokrasi kültürünü öğrenecek. Bunun Cumhuriyetin kurulması kadar derin sonuçları olacaktır…. Benim çözüm modelim şudur: Devlet olacak, diğer tarafta da demokratik Kürt ulusu olacak. Kürtler devletin varlığını tanıyacak, kabul edecek. Devlet de Kürtlerin demokratik ulus olma hakkını kabul edecek. Böylece orta bir yerde buluşacak, uzlaşacaklar. Benim çözüm anlayışım kısaca budur. Ama Kürtlerin önü açılacak, Kürtlerin her alanda örgütlenmesinin önü açılacak, Kürtler demokratik bir ulus olarak varlık kazanacak. Kendi sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini yapabilirse kendisi yapacak, kuracak…. Ben Fethullah Hoca’yı takip ediyorum, okuyorum. Olumsuz değerlendirmiyorum. Kürdistan’da okulları cemaatleri var, örgütlüler. Demokratik temelde, karşılıklı yaklaşımlar olabilir (Hocaya gel beraber çalışalım teklifi)….“
kaynak: Hürriyet 17.08.2009
(1 Megalomani, kişinin kendi yeteneklerine aşırı değer vermesi ve kendine üstün yetenekler yakıştırmasıdır (özgüven değildir). Megalomani'ye, paranoya ve mani vakalarında ya da bunama süreçlerinde rastlanır ve nitekim saçmalama biçimini alır ve derin bir ruhsal sorunun belirtisidir. Megalomani, yetenekleri ve nitelikleri hakkında mantıksız inançlara dayanır.)
Elbette bir gün „güzel şeyler“ olacak. Türkiye daha çok demokratlaşacak. Fakat nasıl ve ne zaman? Hükümet askere güvenmiyor, yargıya güvenmiyor, ya kime güveniyor? “Güzel şeyler” isteyen Öcalan’in emrindeki DTP’ye güveniyor. Bizim demokratlar da “demokratikleşiyoruz” diyerek habire alkış tutuyor.
İnandığın doğruları mı söylüyorsun? “Nedir bu güzel şeyler?” diye sorarak hükümete kafamı tutuyorsun? Ha hemen malum propaganda basını aracılığı ile darbeci damgasını yiyorsun ve kodesi boyluyorsun.
Sahi nedir bu “güzel şeyler”?
Daha çok demokrasiyle mi cözülecek Güneydoğu sorunu? Daha çok demokrasi olunca bölge halkı daha mı az eğitimsiz ve işsiz kalacak? Daha mı çok adam yerine konulacak? Nasıl bir demokrasi istiyoruz peki? Bölge halkının yüzde 80’inden fazlaşı doğduğu ilin sınırları içinde yaşamını sürdürüyorsa, kızlarını erken yaşta kocaya satıyorsa, bankada hesabı yoksa, hisse senedi, tahvil gibi şeyleri bilmiyorlarsa. Hala daha evleneceği, oy vereceği zaman, ağasından ve şıhından izin alma mecburiyetini hissediyorsa, “daha çok demokrası” nasıl değiştirecek takdir-i ilahı olarak gördükleri durumlarını? Nasıl bir demokrasi götürmek gerekiyor oraya?
Elektriği olmayan bir köylüye oy versinler diye çamaşır makinesi vererek mi? Eğitimsiz, işsiz ve aşsiz bırakıp, sonrada dağıtılan makarnaya, pirinçe, kömüre muhtaç ederek oylarını satın alarak mı daha çok demokratikleşeceğiz? Bu insanların ihtiyacı daha çok demokrası, daha çok kürtcülük filan değil. Bırakalım artık kulağa hoş gelen „Kürt açılımı“ ve „Demokratikleşme açılımı“ kavramlarını, bölge halkı iş, aş, eğitim istiyor, kısacası adam yerine konmayı istiyor.
Peki demokrasinin göbeğinde durum nasıl?
Daha çok demokratik ortamlarda insanlar “kürtcülükten”, şiddetten, zorbalıktan, silah ve eroin kaçakçılığından vaz mı geçiyor? Yıllardır demokrasinin en iyi işlediği ülkelerden biri olan Almanya'da PKK yapılanmasından şikayetçi olduk. PKK'lılar Türk derneklerine 90'li yıllarda saldırılarda bulundular. Kürt işadamlarına baskı yapıldı. PKK için Kürt ve Türk işadamlarından haraç istendi. Silah ve uyuşturucu kaçakçılığında PKK'nin her zaman adı geçti. PKK Kürt gençlerini ,silahı mücadele' için dağa çıkardı. Avrupa'da artık Türkler ve Kürtler arasında Türkiye'de pek tanık olmadığımız ölçüde bir ayrışma sözkonusu oldu. İnsanlar demokrasinın göbeğinde yaşayarak daha mı az ayrıştı? Daha mı az radikalleşti?
Şimdi ne yapalım? Türkiye'deki „Demokratikleşme açılımını“ ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin girişimlerini dikkate alarak, biz de Avrupa'daki „Kürtçü söylemle“ barışalım mı? PKK'nın Avrupa temsilcileriyle kol kola mı girelim? Sarmaş dolaş öpüşelim mi? Onlardan özür mü dileyelim? Yıllardır Türkiye ve Türkler her platformda kıyasıya yerden yere vuruldu; Türkler faşistlikle, köpeklike suçlandı. „Haklıymışsınız deyip“ özür mü dileyelim? Gerekirse dileyelim elbette, kardeşlik ve huzur yeniden gelecekse eğer. Ama şunu da bilelim, daha çok demokratikleşmeyle sorunlar çözülmeyecek.
Sahi, insanın düşüncesini demokratikleştiremediğimiz sürece daha çok demokrasi getirmişiz neye yarayacak?