Dr. Ali Sak
28 nisan 2008
'Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir'.
“Kücük adamlarla dolmuş milletler, büyük adamlarını anlamakta gecikir” (Özdemir Asaf)
Bazen gurbet bize vatan oluyor, bazen de vatanımız gurbetleşiyor. Bizim diye sahip çıktığımız, uğruna bin bir türlü zorluklar çekerek, sırf vatanın adı ve şanı duyulsun diye o vatan saydığımız yerin simgesini taşırız….zamanı gelir vatanınızdan ayrılmadan gurbeti yaşar duruma gelirsiniz…. Tıpkı Fazıl Say gibi…. sıla içinde gurbeti yaşarsınız…size yabancılaşır artık o vatan dediğiniz yer. Vatanı gurbette aramaya kalkarsınız.... Bu olabilir mi? Elbette olabilir. Tıpkı başlıktaki sözlerin sahibi Ragıp Paşa gibi…. Eğer vatan diyerek koşup geldiğiniz ülke işgale uğramış, başındakiler kendi çıkarını düşünür, kendi tahtını koruma çabası içinde görürseniz eğer…
O mağrur, başı dik, sadaka kabul etmeden çalışarak ekmeğini kazanan insanını zavalli ve savunmasız, sadaka kabul eder duruma gelmiş halde görür iseniz, neden olmasın?
Ve aynı duyguya sahip Mehmet Akif Ersoy’da şunu derse „teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda, bugün bir hânumansız serseriyim öz diyarımda“
İşte bizede garip gelen vatanımızdan manzaralar. Sanki tartışacak halledecek hiçbir mesele yokmuş, eğitimde, gelir dağılımında, istihdamda Türkiye OECD’nin sonuncu sıralarında değilmiş, terör ülkeyi yakıp kavurmuyormuş, hergün bir şehit vermiyormuşuz, ekonomi tehlike çanları çalmıyormuş, tek mühim konu türban mış….ve başbakan çıkıp „türban siyasi simge olsa dahi…“ derse iste o zaman „gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir.“
Kimilerine göre eski başörtüsü bir ideolojik ve siyasal silah olmamakla beraber kültürel bir tercihti ve sayın ilahiyet profesörü Dr. Hayrettin Karaman’a göre de pek çok şeyi simgeliyordu: „dindarlığı, tevazuu, geleneklere bağlılığı, eşine sadakatı, muhafazakarlığı“. Herhalde o zamanlar başörtüsü bir tek şeyi simgelemiyordu: siyasallağı.
Peki hocam başörtüsü dindarlığı, tevazuu, eşine bağlılığı simgeliyor ise başörtüsüzlük neyi simgeliyordu acaba?
Böylece başörtüsü yukarıda saydığımız üstün meziyetleri simgeliyordu ve yıllardır kimse buna bir şey demiyordu. Başı açıklar ise şöyle düşünüyordu herhalde: „varsın onlar dindar biz dinsiz olalım, varsın onlar eşine sadık, biz ….olalım.“ Ne anayasa mahkemesi, ne danıştay, ne yargıtay karışıyordu, çünkü herkez düşündüğü gibi yaşamakta serbestti.
Taa ki bir takım din tüccarları bu baş örtüsünden çok kar elde edebileceklerini düşününceye kadar. Birden başörtüsü siyasi bir araç olmaya başladı. Bunu hep inkar etttiler, türban siyasi araç değil, Allah’in emri dendi. Bir gün, ansızın padişahımız büyük bir zafer edasıyla „başörtüsü siyasi bir simge olsa dahi kimse yasak edemez…“ diye bir fetva okudu. Kimse karşı gelemez sanıyordu, sonuçta aldığı yüzde 46 lik oy oranıyla ülkenin padişahı sanıyordu kendisini. Kim takardı artık anayasa mahkemesini, danıştayı, yargıtayı. O artık bir padişah sanıyordu ya kendisini, her şeyi bilen, her şeye karar verebilen, iki dudağının arasındaydı herşeyin oluvermesi. O dedimi meclis karar verir, o istedimi cumhurbaşkanı imzasını atar, merkez bankası taşınır, anayasa değişir…Kısacası o „ol“ dedimi herşey olurdu.
Taa ki birileri kendisine “padişah çıplak” diyene kadar. Olup bitecekleri görebilecek birileri çıkıp: “yanılıyorsunuz, bu öyle sizin dediğiniz gibi olmaz…” deyiverince “kelleler uçsun” fetvaları çıkıverdi birden, ve halka duyuruldu aniden o kellesi gidecek olanlar. Sözde demokrasinin bağımsız bekçileri ise padişahdan aldıkları emirleri eksiksiz yerine getiriyorlardı ve halka “afaroz” ediliyordu o “din düşmanları”.
İşte böyle dostlar „gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir.“