Korkuyla Susturulan Toplumlar
Dr. Ali Sak
14.09.2009
Nazi döneminde halkın suskunluğunun nedenini ve bu suskunluğun neticesini Alman papaz Niemöller’in şu sözleriyle tanımlamak mümkündür:
“Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım, çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım, çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler, benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Niemöller’in bu sözleri, korkutulmuş, ürkütülmüş ve sindirilmiş toplumların davranışlarını çok iyi açıklamakta. Haksızlığa, hırsızlığa ve adaletsizliğe karşı başkaldırı duygusundan yoksun bırakılmış toplumların çöküşünü vurgulamak ve suskun kalmış toplumun tüm bireylerine bir uyarı niteliğindedir. Zira, suskun ve başkaldırıdan yoksun ulusların tarih sayfalarından silindikleri bir gerçektir.
Nitekim dinimiz de kötülükler (günah) karşısında susmak korkaklığın belirtisi olduğunu söylemekte ve yapılan kötülüklere karşı gelmeyi öğütlemektedir: "Ey temiz akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, umulur ki sakınırsınız."(Bakara, 179). Kötülük, haksızlık ve adaletsizlik karşısında susmak, zaafın ve ümitsizliğin göstergesi olduğu gibi, kişinin kendisine ve topluma karşı sorumluluğun bilincinde de olmadığının bir işaretidir. Aynı şekilde Kuran-ı Kerim’in Asr suresi'nde de şöyle buyurulmakta:
"İman ve sâlih amel sahibi olan, ama günah karşısında susan veya başkalarını hakka ve doğru yolda direniş göstermeye davet etmeyen kimse zarar ve hüsrandadır." Bakara suresi 21. ayetde de kötülük karşısında susanlar için şöyle deniyor: "İnsanlardan bir kısmı, diğerlerinin kötülük ve fesadını engellemeyecek olursa bütün yeryüzü fitne ve fesada boğulur."
Hal böyle iken insanlar yapılan adaletsizlik, hırsızlık ve kötülükler karşısında neden susmayı yeğliyor? Bu sorunun cevabını yaratılan değişik korku kültürlerinde bulmak mümkündür. Örneğin, Amerika da 11 Eylül’ün yaratmış olduğu terör korkusu neticesinde tüm bireysel hakların kısıtlanabildiğini gördük. Domuz gribi ve benzeri salgın hastalıkları nedeniyle yaratılan can korkusuyla insanların neredeyse birbirleriyle selamlaşmadığına tanık olduk. ‚Ergenekon’ nedeniyle yaratılan tutuklanma korkusu neticesinde insanların sindirildiğini gördük. Vergi denetimi aracılığı ile yaratılan maddi kıskaç korkusuyla özgür fikrin ve eleştirinin engellebildiğini gördük. Rant tutkusu veya oy korkusuyla insanlarımızın doğal felaketlere kurban edildiğine tanık olduk…
Korku kültürünün yaygınlaştırıldığı toplumlarda özgün, bireysel ve eleştirisel düşünce sindirilmiş, yerine koşulsuz biat kültürü yerleşmiştir. Bu tür toplumlarda gerçek, saygı, sevgi, huzur, güven ve dayanışma kavramları geçerliliğini yitirir, yerine yalancılık, sahtekarlık, hırsızlık, rant, güvensizlik ve bireysellik hakim olur. Yoksa sel felaketinde mağdur kalmış insanların yıkılmış evlerine girerek hırsızlık vakalarını nasıl açıklarız? Deniz Feneri, Kombassan, Yimpaş örneklerinde olduğu gibi, insanların dini duygularını istismar ederek dolandırıldıklarını nasıl açıklarız? Nitekim baskı ve korkunun hakim olduğu toplumlarda gerçek anlamda eğitim de durur, bilim de gelişmez olur ve toplum böylece durağanlaşır. Zira, bir toplumda 'korku kültürü' egemense eğer, orada ne gerçeğe koşulsuz saygı vardır ne de can önemsenir. Her şeyde olduğu gibi bilimsel düşünce de gelişemez ve hayatlar ancak 'yaşanıyormuş gibi yaşanır”. Bakın bu konuda Prof. Dr. Ali Güler “TÜRK TOPLUMUNDA KORKU KÜLTÜRÜ” adlı kitabının önsözünde ne diyor:
“Türk toplumunda korku kültürü yaşama eşlik eden bir oluşumdur. Tüm ilişki ağının korku temelli sürdürülme çabası insanların gerçeği görmelerine, algılamalarına en büyük engel olarak kabul edilebilir. Gerçekle uyum içinde olmayan bir zihinsel işleyiş hasta sayılabilir. Ruhsal gerilimlerin korku kökenli olması toplumsal kurumların geleneklerini oluşturup geliştirmesi de zorlaştırır. Başından itibaren güven duyguları sarsılan insanlar susma yolunu yeğlerler. Bu durumda susmanın “erdem” anlayışıyla temsil olur. Susarak kitleler “köleleşme özgürlüğü”nü seçme zorunda bırakılınca “özerk kişilik”, “özgür istenç” dumura uğrar. İnsanların inançları sarsılır. Sığınacak birini, bir kurumu, bir derneği bir kulübü bulunca düşünmenin artık işe yaramadığı kararına varır. İnancı, benlik bilinci sarsılmış, her esintiyle istenilen yöne savrulan, benliksiz, bilinçsiz bir varlığa dönüşüverir. Bu bireylerden oluşan toplumun da sağlıklı olması beklenemez.”
Evet, değerli hocamız ne güzel tanımlamış toplumumuzdaki ‚korku kültürünü’. Fakat toplumumuzda neden ‚sevgi’ değil de ‚korku’ kültürüne ihtiyaç duyulur? Aslında korku kültürü hayatımızın her alanında vardır ve gerek mevcut düzeni korumak, gerekse insan ilişkilerini düzenlemek açısından ölçülü bir şekilde olması da gerekir; esasen de korku hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Allah korkusu, baba korkusu, devlet korkusu bunların tümü otoriteyi sağlamak için gereklidir. Fakat korku olgusunun otoriteyi ve düzeni koruyabilmesi için insanların neden (kanunlar), kimden (kanun uygulayıcılardan) ve ne zaman korktuklarını bilmeleri gerekir. Aksi takdirde herkez herkezden ve herşeyden ve her daim korkar hale gelir ki bu da toplumları uyuşturur. Zira, bu tür ortamlarda kişinin her an ve her yerde karşısına bilinmedik bir korku unsuru çıkabilir. Bu durumda insanlar kendilerini ‚ürkmüş tavşan’ misali toplumsal yaşamdan geri çekerler, kendilerini ifade etmekten çekinirler ve adeta saklanırlar.
Neticede ise toplum durağanlaşır ve insanlar kendilerini ‚varmısın yokmusun’ gibi uyuşturucu etkisi yapan programlara endeksleyerek hayatlarını yaşıyormuş gibi yaşarlar.
Durum ciddiye gidiyor,
Ekonomi dibe vuruyor,
Terör zirveye çıkıyor,
İnsanlar korkuyla yaşıyor.
Acun Ilıca soruyor:
"Varmısın, yokmusun?"
Mecliste PKK açılımı,
Hükümetde Kürt açılımı,
Belediyelerde çadır açılımı,
Toplumda ekmek açılımı.
Acun Ilıca soruyor:
"Varmısın, yokmusun?"
Öcalan’cılar mecliste,
Atatürk’çüler kodeste,
Ermenistan yeni yoldaş,
Azerbeycan eski gardaş.
Acun Ilıca soruyor:
"Varmısın, yokmusun?"
Evet korku kültürünün bizi getirdiği nokta bu işte, Shakespear’in sözüyle ‚olmak veya olmamak’ (to be or not to be). Bu durumdaki insanlar kendi hayatlarına yön vermesi gerekirken, televizyon karşısına geçerek başkalarının hayatlarına yön vermeye ve böylece yaşamdan haz almaya çalışıyorlar. Böylece, kendi hayatını yaşayamayan, kendi hayalini kuramayan insanoğlu televizyon karşında başkalarının duygusunu ve hayalini yaşamaya yönelerek, yaşıyormuş gibi görünerek kolay yolu seçmekte. Uyuşukluk toplumun her kesimine ve her alanına yayılmakta. Eşimizi seviyormuş gibi severiz, işimizi yapıyormuş gibi yaparız, dostluklarımızda dostmuş gibi davranırız, sözümüzü tutuyormuş gibi yaparız. Kısaca, hayatımız hep mışlar ve muşlarla geçmektedir. Adam gibi adam olmayı çoktan unutmuşuz galiba…
Oysa sağlıklı bir toplum için terazinin bir kolunda ‚korku’ unsuru var ise, diğerinde de dengeleyici bir ‚sevgi’ unsuru olması gerekir. Nasıl babamızdan korkup anamızı seviyorsak, cehennemden korkup cenneti seviyorsak, baba devletten korkup ana vatanı seviyorsak korkunun karşısında daima dengeleyici bir sevgi ve güven unsuru bulunması gerekir. Zira ölçüsüz ve dengesiz korku, insanın ve toplumun gelişmesini engeller. Sevgi ise tam aksine, serbest ve özgür düşünce ortamı yaratır ve böylece kişinin ve toplumun saygınlığını, işlevini ve gelişmesini sağlar. Korku düzeninde insanlar yaşıyormuş gibi yaşıyor iseler, sevgi ortamında tam aksine hayatı coşkuyla ve içtenlikle yaşarlar.
Darwin’in deyimiyle “Tavuk Toplum” olmayalım. Zira, “Tavuk Toplumlar önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmazlar!”…