Demokrasiden Teokrasiye Geçiş Sancıları
(iğneli yorum)
Dr. Ali Sak
18 aralık 2007
Hürriyet’in (10.12.2007) haberine göre, Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu ile başkanlık personeline, „çevresinde imanlı kişi“ olarak bilinme mecburiyeti getirilecekmiş. Yani, bundan böyle Diyanet İşleri Başkanlığı, personel alımında, adayın çevresinde itikat, ibadet, tavır ve hareketlerinin (muhtemelen eşlerin de kapalı olmasını) İslami esaslara uygun olup olmadığını araştıracakmış.
Öncelikle bu koşulu çok münasıp bulduğumu belirtmeliyim. İslami bir görevi yürüten devlet kadrolarına getirilecek kişilerde islami esaslara uygunluk koşulu aranmayacak da ne aranacak? Laik hukuk düzenini artık bir tarafa bırakalım. Böyle bir koşul hangi demokrasi anlayışına sığıyor diye sormayalım? Bu tür uygulamalar ancak kendini dış dünyadan koparan, homojen bir toplum yapısı özlemini çeken teokratik veya totaliter rejimlerde mümkündür diye sakın ha demeyelim.
Böyle bir uygulama, devletin tüm vatandaşlara ve bütün inanışlara eşit uzaklıkta durma ilkesine aykırı mı diye sormayalım. Anayasanın başlangıç bölümünde: „Türkiye Cumhuriyeti, laik, sosyal ve demokratik bir hukuk devletidir“ yazıyormuş kime ne?
Benim anlamadığım ise, Hürriyet gazetesi (bakın kalın harflerle yazıyorum ki bu gazete aklınızda kalsın, bilin bu gazete neye hizmet ediyor) bu işin neden bu kadar üzerine gidiyor ki? Sanki bu bir ilkmiş gibi. „Türkiye Cumhuriyeti’nin“ en üst düzeyindeki bakanlarında, başbakanında ve hatta cumhurbaşkanında İslami esaslara uygun yaşam tarzı aranıyor iken, neden Diyanet personelinden bu esirgensin ki canım?
Örneğin Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu yöneticisinin geçmişinde bilime hizmet edip etmediği önemliymiş. Yok daha neler! İmanı olmayan birisi ilim ve irfan ‚yuvalarını’ yönetebilirmi?
Bir başka örnek, Yüksek Öğretim Kurumu başkanının yönetim tecrübesi yokmuş, rektör değil, dekan bile olmamış önemli mi canım? Yeter ki İslami esaslara uygun yaşam tarzı çiziyor olsun. YÖK’ü yasaklardan kurtaracak sayın başkan: „Başörtüsü sorununda Anayasa mahkemesi kararlarına gerek yok. Bunlar üniversitelerin dışında konmuş yasaklardır. Öyle kural olabilir ama siz onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirebilirsiniz“ Ne demek istiyor sayın hocamız? Kim takar anayasayı, yargıtayı, danıştayı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini. Yeterki imanlı olsun! Kim karar verecek buna? Çevremizdekiler. Hele, erkeksen eşin bayansan sen başını bir kapatma bakayım, aldınmı imandan zayıf notu, doktor, mühendis, öğretmen olmuşsun kim takar? Önce iman sahibi, takva sahıbı olacaksın.
Bundan böyle tüm medya, sendika, yargı, dernek, vakıf mensuplarından da İslami esaslara uygun yaşam tarzı bekliyoruz. Bugüne kadar yapmadılarsa bundan sonra yapsınlar. Artık göreve gelmek için liyakat ve ehliyet önemli değil, imanın ve takvanın ağırlığı geçerlidir bu ülkede. İnsanlarımız imana gelsinler ki daha üst düzey görevlere gelebilsinler, yazık oluyor değilse onca yetişmiş insanımıza.
Bilhassa da toplumumuza örnek olması gereken değerli sanatçılarımzdan bekliyoruz böyle bir yaşam tarzını. Sanatçı dedik de, son günlerde bir de Fazıl Say olayı çıkardı şu Hürriyet gazetesi. Yahu ne utanmaz adam bu! Yok efendim ülkeyi terkedecekmis. Neden? Tüm bakanların eşi türbanlıymış, kendisi cumhurbaşkanı tarafından kabul görmüyormuş, hatta bazı eserleri sansüre uğruyormuş. Bakın kıymetli Kültür bakanımız sayın Ertuğrul Günay nasıl özetlemiş durumu: „Bir değerli sanatçının kendi toplumuna bu derece yabancılaşması üzüntü vericidir“. Çok da iyi, hatta az bile demiş Türkiye Cumhuriyeti’nin sayın bakanı. Biz böyle oyun bozanları, farklı düşünenleri, farklı giyinenleri, kısacası BIZDEN OLMAYANLARI istemiyoruz efendim. Biz Mustafa Kemal Atatürk’ün hedeflediği muassır medeniyetler ülkesinde yaşamıyoruz artık. Fazıl Say, Bekir Coşkun ve yüzde 30’a ait diğer yabancılar beğenmiyorlarsa gitsinler arzu ettikleri ülkeye.