„Bu sefer sıra bizde“
Dr. Ali Sak
„Kin, bilgeliği ve insan vicdanını yer bitirir. Düşmanlığa dayalı bir düşünce tarzı bir ulusu zehirler, vahşi bir ölüm kalım savaşına götürür, bir toplumun hoşgörü ve insani yaklaşımlarını yıkar ve ulusun demokrasi ve hürriyete giden yolunu engeller.” Bu söz 2010 barış nobel ödülü alan Çin kökenli barış direnişçisi Liu Xiabo’nun 2008 yılında yazılarıyla, yani kaleminin gücüyle “hükümeti yıkma” girişiminde bulunduğu gerekçesiyle sanık sıfatıyla yazmış olduğu savunmasında geçmektedir.
Bu sözü okuyunca aklıma benzeri bir şekilde kalemlerinin gücüyle, fikir bazında hükümete karşı muhalif oldukları için “örgüt kurarak hükümeti yıkma” eyleminde bulundukları gerekçesiyle tutuklu olarak yargılanan ve 600 gündür hala daha sabit suçları ne olduğunu bilmeden içeride yatan Prof. Dr. Mehmet Haberal, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Doğu Perinçek ve diğerleri aklıma geldiler. Son olarak da aynı gerekçeyle 40 yıllık emniyet teşkilatının en üst tepelerinde görev almış Hanefi Avcı’yı içeri attılar. Pekala Avcı’nın suçu neymiş? Efendim aşırı sol örgüte yardım ve yataklık yapma kuşkusu. Varmı herhangi bir kanıtı? Bir takım varsayımlar ve uzun zaman istihbarat biriminde görev almış birisinde olması gereken olağan şeyler dışında, değişik isimlerle düzenlenmiş kimlikler ve ruhsatlı kalaşnikof, kayda değer bir şey yok. Bazı kesimleri rahatsız eden tek bir şey var, o da yazmış olduğu “Haliçte Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat” kitabı.
Buna karşılık Habur kampından ruhsatsız kalaşnikoflarıyla ellerini kollarını sallayarak gelen ve kim bilir kaç masum insanın ölümüne sebep olmuş 34 tescilli teröristin ayağına hakemi, savcıyı ve müsteşarı götürerek 210 dakikada (kişi başı 7 dakika) sorgulanıp davul zurna eşliğinde ve güvenlik kortejiyle serbest bırakılabiliniyor. PKK adındaki binlerce insanın ölümünden sorumlu bir terör örgütüne güneydoğuda yüzlerce kişi, bunların arasında belediye başkanları, milletvekilleri ve daha niceleri var, alenen yardım ve yataklık yapıyor. Varmı onları tutuklayan? Peki Prof. Haberal’ın, Tuncay Özkan’ın, Mustafa Balbay’ın, Doğu Perinçek’in ve son olarak da Hanefi Avcı ve daha nicelerinin suçları nedir de bu derece kin ve düşmanlık besleniyor onlara? Suçları Atatürkçü düşünceye sahip olmaları mı? Suçları ulusal çıkarları korumak ve vatanperver olmaları mı? Yoksa suçları hükümete muhalif olmaları mı?
Pekala diyelim ki onlar hükümeti devirmek için kurulan sözde terör örgütüne üyeler de onun için içerdeler. Fakat Prof. Dr. Türkan Saylan’a yapılanları unuttuk mu? Kin ve nefret duygularıyla beslenenler Türkan Saylan’ı suçlayabilmek için son çareyi kanser tedavisi gördüğü anda çirkin bir saldırıda bulunmakdan da çekinmediler. Vakit gazetesi kanser tedavisi gören Türkan Saylan'la ilgili durumu çirkin, kin ve nefret kusan saldırgan yorum ve haberleriyle şu şekilde okurlarına duyurmuşlardı: "Hayatını örtü düşmanlığına adadı…Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı..Allah’ım (cc) sen her şeye kadirsin!.." Allah’ın adını da kullanmaktan çekinmiyen bu cenah Türkan Saylan’ı en korumasız tarafından vurarak, hastalığından yararlanmadan da çekinmedi; tüm korumasız kadınlardan ve kızlardan yararlanmak istedikleri ve yararlandıkları gibi. Nedir bu Atatürkçü düşünceye, çağdaş yaşama ve cumhuriyetçi kesime beslenen kin, nefret ve husumet duygularının temeli? Bu sorunun cevabı aslında bir kaç ay önce okuduğum “İki Heykel” başlıklı kısa bir hikayenin özünde gizlidir.
İki Heykel. Yıllarca, iki kahraman heykeli, biri erkek, biri dişi, birbirlerine bakar durumda parkta dururlarmış, ta ki bir gün bir melek cennetten gelene kadar. “Sizler iyi ve örnek heykel oldunuz, bu yüzden ben de size özel bir hediye vereceğim. Yarım saat için sizi canlandıracağım, siz de bu süre içinde ne isterseniz yapabileceksiniz” demiş. Ve melek ellerini çırpar çırpmaz heykeller canlanmış. Birbirlerine biraz utanarak yaklaşmışlar, ama sonra hızla parktaki çalılıkların arkasına koşmuşlar. Kısa bir süre sonra çalılıkların arkasından kikirdeşmeler, kahkahalar duyulmuş, çalılar sallanmış. Onbeş dakika sonra, çalılıklardan çıkmışlar, ikisinin de yüzünde geniş bir tebessüm varmış. “Onbeş dakikanız daha var” demiş melek, gözlerini anlamlı anlamlı kırparak. Dişi heykelin yüzündeki tebessüm biraz daha yayılmış ve erkek heykele dönmüş: “Harikaa! Ama bu sefer güvercini sen tut, ben sıçayım kafasına!”
Evet, aslında duyulan kin ve nefretin temeli “elime fırsat geçti bu sefer de ben s...çayım onların kafasına” tabirinde olan intikam ve öç alma meselesinde gizlidir. Ne diyor Liu Xiabo? „Kin, bilgeliği ve insan vicdanını yer bitirir. Düşmanlığa dayalı bir düşünce tarzı bir ulusu zehirler, vahşi bir ölüm kalım savaşına götürür, bir toplumun hoşgörü ve insani yaklaşımlarını yıkar ve ulusun demokrasi ve hürriyete giden yolunu engeller.”
İşte, 2010 yılının başında Radikal gazetesinde çıkan ve geçmişe dönük bu kin ve öç alma duygularından bir örnek. Adalet ve Kalkınma partisi Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan bir toplantıda Türkiye'nin kendilerine 10 yıl daha ihtiyacı olduğunu, halktan destek beklediklerini söylediikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu memlekette kimin kızının başı örtülü, hepsini fişlemişler. Kimin çocuğu İmam Hatip'e gidiyor hepsini fişlemişler. Kim muhafazakar, kim ramazanda oruç tutuyor hepsini fişlemişler. Eee şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu arkadaşlar” (http://www.radikal.com.tr 20.2.2010).
Evet AKP döneminde millete yapılmaya çalışılanı sayın milletvekili açık sözlülükle söylüyor. Her ne kadar sonradan dil sürçmesi dese de, her ne kadar söylediklerinin maksadını aştığını söyleyerek yumuşatmaya çalışsa da nafile. İnsan beyni bazen böyle başı buyruk çalışır işte. Zira insan söyleyeceklerini söylemeden saniseler (saniyenin 100’de biri; 10 sanise bir göz kırpa anı) öncesinden beynin konuşma bölgesinde cümleyi tasarlar, kurar, süzgeçten geçirir ve ondan sonra dile seslendirmesi için komut verir. İnsanlık hali, bazı durumlarda ise tam bir şeyi tasarlayıp söylerken süzgeçten geçirmeyi unutur ve düşündüğümüz fakat dillendirmememiz gereken bir kelimeyi veya cümleyi ağzımızdan çıkarıveririz. Buna da kimileri dil sürçmesi der.
Peki dil sürçmesi nedir? Freud’un psikoanaliz teorisine göre dil sürçmesi tıpkı rüyalarımız gibi bilinç altımızın insana oynadığı bir oyun, beynin iç çatışmasıdan kaynaklanan dışa yansıyanlardır. Yukarıda da belirttiğim gibi genelde söylemek istediğimiz ve söylediğimiz farklıdır çünkü söylemek üzere olduğumuz cümleyi beyin çok önceden (saniseler öncesi) tasarlar. Fakat bunların bir çoğu dışa yansıtılmadan iç edilir, yani bastırılır. Örneğin bir hayat kadının yüzüne, aklımızdan geçse de, dilimizin ucuna gelse de ona „o…pu“ demeyiz fakat arkasından, veyahut ona veya başka birilerine kızdığımız bir zaman diliminde pekala bunu söyleriz.
Neden? çünkü kızgınlık veya aşırı coşku halinde otokontrol dediğimiz kontrol mekanızması az çalışır; başka bir deyişle beyindeki filitrenin geçirgenliği artar. İşte sayın milletvekilinin de bulunmuş olduğu ortamın verdiği coşku esnasında beynindeki filitrenin geçirgenliği artmış olmalı ki düşündüklerini doğrudan dışarıya yansıtmış oldu.
Neymiş hedefleri? „Eee şimdi biz onları fişliyoruz. 40 sene onlar bu halka yaptı, inşallah sıra bizde. Yapmaya çalıştığımız bu.“ Kırk yıldır onlar bu milleti ezdi, inşallah sıra bizde demek istiyor. Kırk yıldır onlar bu millete çektirdi, inşallah şimdi sıra bizde demek istiyor. Kırk yıldır onlar bu milletin kafasına „s…çtı“, inşallah şimdi sıra bizde demek istiyor. Bunu derken o da diğer saldırgan cenahlar gibi Allah’ın şahitliğine sığınıyor. Ne diyelim kazanız mubarek olsun sayın Avni Doğan. Oysa aynı Avni Doğan 1996’dan, yani 14 yıldan bu yana milletvekili; nitekim AKP den önce milletin kafasına „s…çanlardan“ birisi yani.
Fırsatları kullanmayı bilmiyoruz. Evet, heykellerin hikayesinde olduğu gibi insanların eline fırsat geçiyor, hatta bazen bu fırsat bize ikinci bir defa veriliyor (2002 ve 2007 yıllarında). Fakat biz bunu kullanmayı bilmiyoruz. Bizden olmayana karşı beslediğimiz kin, nefret ve husumet duygularımızı tatmin etmek için bu fırsatı onların ve halkın kafalarına „s…çarak“ değerlendirmeyi tercih ediyoruz.
Hani bu tür kalıplaşmış davranışlar taş gibi duygusuz bir nesneden, yani heykellerden beklenir fakat sevgi, saygı, dostluk, dayanışma gibi bir takım insani duygularının olduğunu varsaydığımız insanoğlundan farklı şeyler beklerdik. İncindiğimiz, gücendiğimiz bir çok konu, durum ve insanlar olabilir. Fakat kin duygularımızdan yoksun olmamızı eksiklik değil zenginlik, bizi düşüren değil yücelten bir şey olduğunu ne zaman anlayacağız? Peki geçmişin hesabını yaparken elimize geçen fırsatları en iyi ve verimli bir şekilde değerlendirmemiz gerekirken, neden hala daha bu hesaplaşmayı diğerlerinin kafasına „s….çarak“ yapmayı tercih ediyoruz? Fırsatı değerlendirmenin daha verimli bir alternatifi yok mu? Neden bu fırsatı kendimize ve çevremize daha çok yararlı olmamızı sağlamak için kullanmıyoruz? Neden dövüşerek ve sövüşerek değil de sevişerek hayatın tadını çıkarmıyoruz?
Peki, günün birinde bir melek karşınıza çıksa ve dileğinizi gerçekleştireceğini söylese ne dilerdiniz? Siz de sizden öncekilerin size yapmış olduğu haksızlıklara odaklanarak intikam peşinde mi koşardınız? Yoksa o dileğinizi sizi ezen ve hor görenlerle, sevişme olmasa da dost olmaktan yana kullanmayı tercih mi ederdiniz? Ve son olarak düşünün birinci şıkkın mı size ileriye dönük getirisi olacak yoksa ikinci şıkkın mı? Birinci şıkkı mı seçtiniz? Düşünün bakalım bir dahaki sefere meleklerin fırsatı size değilde onlara vermiş olduğunu?