„Onlar Bizim, Biz Onların…“
Ali Sak
Türkiye’yi yedi yıldır tek başına yöneten siyasilerin söylemlerine bakılırsa Türkiye 2002 yılından bu yana ekonomide çok büyük atılımlar yapmıştır. Deyim yerindeyse Türkiye bir nevi “take off”a (R.T. Erdoğan) hazırdır; yani Türkiye büyük bir sıçrama yapmak üzeredir ve bu nedenle de sanırım son küresel kriz Türkiye’den “teğet geçmiştir“.
Gerçekten öyle mi yoksa birileri bu milleti yanıltıyor mu?
Yalova milletvekili Muharrem İnce’nin TBMM’inde vermiş olduğu bilgilere göre Türk Telekom Araplara, Telsim İngilizlere, Adabank Kuveytlilere, Kuşadası Limanı İsraillilere, Araç Muayene İşi Almanlara, İzmir Limanı Hong-Konglulara, Avea ve MNG Bank Lübnanlılara, TGRT Amerikalılara, süper FM Kanadalılara satıldı mı? Satıldı. Tüpraş, Erdemir, Oyak Bank, TEKEL.....vs. 721 adet yabancıya satıldı mı? Satıldı. Cemil Çiçek’in yönetim kurulu üyesi olduğu TEKEL 292 milyon dolara yabancıya satılıp kısa bir süre sonra bu yabancı kuruluş da hiç yatırım yapmadan aynı TEKEL kurumunu 900 milyon dolara başkasına sattı mı? Sattı.
Ankara Ticaret Odasının verilerine göre bankacılık sektörümüzün 2006 yılı itibarıyla yüzde 60’a yakını yabancı sermayenin elinde mi? Elinde. Aynı şekilde İstanbul menkul kıymetler borsasındaki yabancı sermaye payı yüzde 70’in üzerinde mi? Üzerinde. Oysa gelişmiş Avrupa Birliği ülkelerindeki bankalarda yabancı sermaye oranı 20%’yi geçmemekte. Satacak daha çok yer aranıyor ama artık satılacak mal tükenmek üzere. Sırada köprüler ve otoyolları kalmıştı. Allah’tan bu satışlar yargıya takıldı da bizde kaldı. Yargıyı da özelleştirseler de kurtulsalar şu yargının iptal kararlarından. Böyle bir girişimleri var mı? Var.
Bu ekonomik gelişmeler neticesinde TEKEL işçileri bu gidişata artık dur demek için yollara döküldüler. Soğuk demediler, kış demediler ve eylemlerinin 36. gününde açlık grevine başladılar. Tek Gıda-İş sendikası genel sekreteri Mecit Amaç tarafından yapılan açıklamaya göre açlık grevini hiçbir zaman bir çözüm yolu olarak görmediklerini belirttikten sonra ''TEKEL işçileri, açlık grevini siyasal iktidarın vurdumduymazlığı karşısında çaresizliğin çaresi olarak düşünüyor'' demişti. Gerçekten de hükümet TEKEL işçilerinin bu haklı eylemine duyarlı bir şekilde yaklaştı mı?
Habur’da „haklı“ davaları uğruna ellerine birer kalaşnikof alarak dağa çıkan ve binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan teröristlere kibar davranan, onların ayağına hakim ve savcıları yollayarak çay kahve eşliğinde hal hatır soran hükümet; Ankara da TEKEL işçisine „haksız“ davaları nedeniyle hal hatır sormaktan geçtik, kışın dondurucu soğuğunda tazyikli suyla cevap verdi. Bu da yetmiyormuş gibi sayın Başbakan TEKEL işçilerinin eylemiyle ilgili olarak „Bu ideolojik değil de nedir? Kimin gönlü gelip de işçinin havuza atlamasını veyahut ta orada soğukta kalmasını ister? Ama kusura bakmasınlar ben tüyü bitmemiş yetimin hakkını da orada durarak, oturarak kimseye yediremem.“ diyebildi.
Peki açlık grevi nedir, neden yapılır ve bu eylem ideolojik midir?
Metin Feyzioğlu’na göre açlık grevi…“belirli bir olayı, tutumu, davranışı protesto etmek, çeşitli istekleri kabul ettirmek ya da savunulan görüşlere ilgi çekmek amacıyla uygulanan ve greve katılanların yemek yemeyerek kendilerini aç bırakmaları esasına dayanan bir yöntemdir. Bu yönteme, çoğunlukla siyasi amaçlara ulaşmak için başvurulmaktadır“ (M. Fevzioğlu (1993), 'Açlık Grevi,' A.O. H.F. Dergisi, 43/1-4: 157-168). Murat Sevinç’e göre „Açlık grevi ve ölüm oruçlarında amacın bir ideale, isteğe, toplumun, kamuoyunun dikkatini çekmek, yönetim üzerinde baskı kurabilmek olduğu varsayılır. Yani grevlinin amacı ölmek değil, çoğu zaman daha iyi bir yaşam için gerekli olduğuna inandığı taleplerini kabul ettirebilmektir. Bunun için elinde kalan son koz olduğunu varsaydığı yaşamını öne sürer. Grevciler, hiç kimsenin, bir insanın göz göre göre ölümü karşısında kayıtsız kalamayacağı inancıyla hareket ederler“ (Murat Sevinç, AÜ, SBF Dergisi 57-1: 112.135).
Peki TEKEL işçilerinin eyleminin nedeni nedir?
Eylemin nedeni yukarıda da belirttiğm gibi, yapılan özelleştirmeler esnasında kamu kurum ve kuruluşlarında geçici istihdamları sağlayan 657 sayılı devlet memurları kanununun 4. maddesinin c fıkrasındaki düzenlemeyle ilgilidir. Bu maddeye göre özelleştirmeler sonrası işsiz kalan işçilerin kıdem tazminatlarını aldıktan sonra bu kapsama girecek olmaları. Buna göre bir işçi en çok 10 ay çalışabiliyor. Ancak TEKEL işçilerinin direnişiyle süre 11 aya çıkartıldı. Bu, en yüksek süre. Gerçekte ise bir yıl içinde çalışılan ay sayısı 4’e kadar düşebiliyor. İşçilerin karşı çıktığı en önemli düzenlemelerden biri de maaşların tırpanlanması. Yaklaşık 1200 TL alan bir işçinin maaşı, 4-C kadrosunda 630 TL’ye düşüyordu. Bunun da ötesinde 4-C kadrosunda çalışan bir işçinin ne mesai, ne de ücretli izin hakkı bulunuyor ve kazanılmış tüm özlük hakları elinden gidiyor. Bu yasanın amacı belli; bu uygulamayla kamu hizmetlerinde kölelik düzeni yaratarak emekçileri sömürmektir.
Oysa bakın sayın Başbakanımız bu konu hakkında ne demiş: “Milletimize efendiliğe değil, köle olmaya geldik...”
Keşke diyorum, sayın Başbakan gibi biz de birer köle olsaydık da bizim de gemiciklerimiz, paracıklarımız, villacıklarımız, medyacıklarımız olsaydı. Keşke bu millet efendi değil, köle olsaydı da, kaybettiği iş nedeniyle açlık grevi yapmasaydı; elinden alınan kazanılmış sosyal hakları olmasaydı; telefonları dinlenmeseydi; neyle suçlandığını bilmeden hapislerde yatan aydınları olmasaydı; yabancı istihbaratların oyunuyla en güvenilir kurumuyla „kazı, kazan“ oyunu oynanmasaydı; her seçim arifesinde sadakaya muhtaç bırakılıp oyunu bir torba kömüre satmasaydı…Ah keşke biz efendi değil de köle olsaydık.
Buradan tüm TEKEL işçilerine ve onlara destek olanlara sesleniyorum.
Sizler inançlı olduktan ve davanıza gereği gibi sahip çıktığınız sürece kimse size engel olamaz. Siz değerlenize sarılıp doya doya yaşayın, gerekirse aç kalın ama kul olmayın, koyun olmayın. Hakkınız ve çocuklarınızın geleceği için onurluca mücadele etmek, şerefli ve haysiyetli bir davranıştır. Birileri kendilerine engeller koyuyorsa, eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildikleri halde tamamlamak için uğraşmıyorlarsa, siz ne yapabilirsiniz ki onlar için? Sizin hayatı ıskalama, değerlerinizden vazgeçme lüksünüz yok. Onların varsa, bırakın o lüksü sonuna kadar yaşasınlar.
Sağırlar duyar, körler görür ama bir tek kalemi ve gönülleri satılmışlar görmez sizin haklı mücadelinizi. Onlar, yani TARAFgiller sizlerin bu haklı mücadelinizi yazarken bile size"darbeci" suçlamasını yapmakta da gecikmezler. Hükümetin politikalarına koşulsuz destek sunan bu TARAFgiller’den birisi (Melih Altınok), 11 Ocak Salı günü köşesinde sizlerin "Ergenekoncular" tarafından kullanıldığınızı ve bu nedenle faşistler ile statükocular tarafından desteklendiğinizi imâ etmişti ve sizleri „demokratik açılım“ dedikleri ama kendilerinin de ne olduğunu bilmedikleri bir hayal ürününe destek vermeye çağırmıştı. Oysa sizin karnınız aç, ve aç karınla da hayal kurulmaz ki.
Oyun hep aynı oyun: Ne zaman hükümet sıkışsa, gizli bir el hep hayali „Ergenekon ve Darbe“ oyunları icat etmekte.
Açlık nedir bilmeyenler, açlığı yaşamamış olanlar, açların gözbebeklerine baksınlar yeter. Aç insanlar hükümete, polise, biber gazına, tazyikli suya, yağmura, soğuğa, TARAFgillere rağmen hakkını ararlar. Ellerinden alınmış ve alınacak olan haklarının peşinde olurlar. Onlar iş, aş, ekmek peşindeler, hayal peşinde değil. Karnı tok olanlar ise hayal kurmaya merak salarlar; Ergenekon, Kozmik oda, Arınç’a suikast, Islak imza, Kafes planı, Açılım hayalleri üretirler ve senaryolar yazarlar. Bu masalları anlattıkça ve senaryoları oynadıkça, kendileri de inanır yaratmış oldukları hayallere.
Nazım Hikmet’in dediği gibi: Açlar bizim, Biz onların…destek olalım açlarımıza. Dedik ya bizim hayatı ıskalama, değerlerimizden vazgeçme lüksümüz yok. Onların varsa, bırakın o lüksü sonuna kadar yaşasınlar.
„Açların Gözbebekleri…“
Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon
aç
bizim!
Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!
Değil birkaç
değil be on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
(Nazım Hikmet Ran)